Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Ahmet KOCABAŞ

Ahmet KOCABAŞ


İSTİKLAL HARBİ VE 30 AĞUSTOS ZAFERİ

30 Ağustos 2018 - 17:56

               Ben tarihçi değilim. Duyarlı her Türk vatandaşı gibi ben de geçmiş ve geleceğe kafa yoruyor, tarihi olayları akıl ve mantık süzgecinden geçiriyor, üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Tarihi bir övgü ya da yargı konusu haline getirmeden, hamasi tarihi nutuklar atmadan ibret almanın yollarını arıyorum. Bir de geçmişi bilmeyenlerin, onu tanımayanların geleceği tam manasıyla anlaya- mayacaklarını düşünüyorum. Bedava bulanlar bu toprakların değerini bilmeseler de bu vatan önemli bir yerdir ve vatansız olmak da çok kötü bir şeydir. Amacımız tarihi bilgi vermek değil, İstiklal Harbi ve 30 Ağustos Zaferi’nin felsefe ve ruhunu ortaya koymaktır. Türk milleti en kara günlerde hangi zorluk- ları yaşamış ve bu zorlukların üstesinden nasıl gelmiş, onu anlatmak ve bu ruhun hala ölmediğini bir kez daha hatırlatmaktır.
               Birinci Dünya Savaşı’na 22.000.000 nüfus ve 1.700.000 km kare toprakla girmiştik. Toprağımı- zın hemen hemen 1.000.000 km karesini ve 12.000.000 nüfus kaybetmiştik. Türk milletini seferlerde, sonra açlık ve kıtlıktan tüketircesine harcamıştık. Dört cephede devlerle dövüşen ordulardan, mesela, Yıldırım orduları gurubundan son savaşlarda 75.000 esir verdikten sonra 2.500 kadar piyade kalmış- tı… (Bk. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, S.240, BATEŞ).
               İttihatçılar 30 küsur milyon nüfusla devraldıkları Osmanlı Devleti’ni 8,5 milyon nüfusla bırakıp kaçtılar. Müslüman halk, İttihatçıların iktidarı ellerine geçirdikleri on yılda (1909-1919) üç harbe gir- miş, üçünden de yenik çıkmıştı. Üç evladı olan üçünü de cephede kaybetmiş, onlardan geriye kalan çoluk-çocuğu besleme yükü de ya evin ihtiyar reisinin ya da kadınların omuzuna binmişti. Trablusgarp ve Balkan harpleri hariç sırf Birinci Dünya Savaşı’nda 2.850.000 kişi silahaltına alınmış, 1 milyon insan savaşlarda zayi edilmiş, 1,5 milyon da ya yollarda, ya hastalıktan kırılmış ve yaralanmıştır.(Bk. Mustafa İslamoğlu, Şeyh Said Ayaklanması. S.33-34, DENGE).
               Koskoca ülkeyi bu hale getirip kaçan Osmanlı yönetici ve paşalarını Refik Halit, “Efendiler Nereye?” yazısında inceden inceye eleştiriyordu. Oradan birkaç cümle aktaralım:
               “Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye? …
               Vurdular, kırdılar, yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler, kızdılar, kavurdular, nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar. Memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar. Eli sopalı, beli palalı, gözü kapalı paşalar damdan dama nereye? …” (Bk. M. İslamoğlu, AGE, S.17-19).
               Osmanlı bitmiş, devlet çökmüş, Anadolu dışındaki tüm topraklar kaybedilmiş, halk perişan olmuş, ordu dağılmıştı. Koca bir devleti bu hale nasıl gelmiş, kim getirmişti? Devleti bu hale getirenler yüzleri kızarmadan milleti yüz üstü bırakıp her biri bir köşeye sıvışmıştı.
               Koca Cihan devletinin bu hale nasıl geldiğinin birçok sebebi olabilir. Ancak bunlardan birini hatırlatmak, bir fikir vermek bakımından isabetli olacaktır:
               1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal etmek için askeri hazırlık yaptığı haberini alan III. Selim, Paris Büyükelçisi Seyit Ali Efendi’ye:
               “Tolun’da Mısır’ı işgal etmek amacıyla askeri hazırlığın yapıldığı haberinin alındığını, durumun acilen araştırılarak, tarafı devletimize bildirilmesi” emrini verdi. Bu emri alan Seyit Ali Paşa, Fransa hükümetinden, “Tolun’da askeri bir hazırlığın olmadığını(!), olsa bile bunun Memalik-i Osmaniye’ye olamayacağını(!)” öğrendi. Sonra her ay aynı haberi bildiren raporlar göndermeye başladı.
               Mısır Napolyon tarafından işgal edilmiş, aradan bir ay geçmiş… Hala Seyit Ali Efendi’den, “Tolun’da askeri bir hazırlık yoktur(!). Olsa bile bunun hedefi Memalik-i Osmaniye değildir(!)” şeklinde raporlar geliyordu. Bu habere çok üzülen III. Selim son gelen raporun kenarına, “Ne eşek herifmiş” di- ye derkenar geçmiştir… (Bk. Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, S.189-190, BURAK). Bu olaydan sonra III Selim’in “Bana göğsü nişan dolu vezirler değil, kafası bilgi dolu adamlar lazımdır” diye sızlandığı da rivayet edilir.              
               Osmanlı devleti çöken bürokrasi, bilgi ve teknoloji üretemeyen Medrese, göğsü nişan dolu ama kafası basmayan paşalar, iç çekişmeler ve dış baskılar yüzünden yıkılmıştır.
              “Mondros mütarekesinde, İngiliz Amirali Calthorpe sekizinci (herhalde yedinci olacak) madde- ye itiraz eden Bahriye Nazırı Rauf Orbay’ı ikna için: ‘Askerlik şerefime yemin ediyorum, bu maddeyi asla İstanbul’un ve İzmir’in işgali için kullanmayacağım’ dedi, aldattı, imza ettirdi ve İstanbul’u da İzmir’i de o maddeye dayanarak işgal etti.
               Rauf Orbay’ın, ‘Nerede kaldı senin askerlik şerefin’ hakaretine karşı da tam bir İngiliz riyakârlığıyla, ‘vatanımın menfaatinin yanında benim askerlik şerefimin sözü mü olur?’ karşılığını vermekten çekinmedi. Daha ne kadar çok misal var böyle biliyor musunuz?” (Ergün Göze, Halka ve Olaylara Tercüman, 6 Mart 2004).
               “Amerikan istihbaratının emekli görevlilerinden Thomas Polgar, yüzyılımızın tarihini iki cümlede özetlemiş: ‘Bir milletin dostları diye bir şey yoktur, ancak bir milletin çıkarı vardır’.” (Dr. Sedat Cereci, Vahşi Batı, S.272, ŞULE).
               Osmanlı devletinin yöneticileri işte bu iki yüzlülüğü anlayamadılar!..
               Çanakkale savaşlarının ardından “Çanakkale Destanı”nı yazan bir milletin savaş sonrası psikolojisini yerinde görmek amacıyla Çanakkale’ye gelen bir grup ecnebi gazetecinin hayretle tespit ettikleri bir manzara şöyleydi:
               “Kulübenin kapısı açıldı; bastonuna dayanarak bir koca karı dışarı çıktı ve çağırmaya başladı:
               -“Gazanfer! Muzaffer! Mücahit! Ha!...”
               “Gazanfer”, iri aslan; “Muzaffer”, girdiği her savaştan galip gelen; “Mücahit”, din düşmanla- rıyla savaşan demektir.
               En karanlık günlerinde çocuklarına bu isimleri veren bir millet, bir yerde toprağa gömülse bile, bir başka yerden fışkırır!.. “(Dr. Mehmet Niyazi, Çanakkale Mahşeri’nden Nazım Tektaş, Çadırdan Saraya Saraydan Sürgüne Osmanlı, S.642).
               Korkunç ve vahşi bir savaştan büyük kayıplar vererek çıkan bir millet hala Gazanfer, Muzaffer ve Mücahit yetiştiriyorsa yedi düvel birleşse bu millet tarihten silinemez. Ve yok edildiği sanılan bu soylu millet İstiklal Harbi’yle varlığını bütün dünyaya bir kez daha kabul ettirmiştir.
               Birinci Cihan Harbi’nde İngilizleri sadece Türkler yenmiştir. Biri Çanakkale’de diğeri Irak’ta… Buna rağmen müttefikleri yenildiği için Osmanlı devleti de yenik sayılmıştır.
               30 Ekim 1918 (24 Muharrem 1337) Çarşamba günü Limni adasının Mondros limanında de-    mirli bulunan Agamemnon gemisinde Amiral Colthorpe başkanlığındaki İngiliz heyetiyle Mondros Mütareke ’si imzalanıyor, dört yıl sürmüş Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı Devleti yenik çıkıyordu. Yirmi beş maddelik anlaşma ile Osmanlı Devleti artık tarih sahnesinden çekiliyordu. (Bk. Editör: Muhammed Erat, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, S.85-89, KRİTER).
               “Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, yayımladığı tebliğde Mondros Mütarekesi’nin hafif hükümler içerdiğini açıklarken Mütarekeyi imzalayan Rauf Bey (Orbay) de Devletin istiklalinin ve Saltanatın hukukunun kurtarıldığını söylemişti…” (Prof. Dr. Cevdet Küçük, Milli Mücadele, DİA, 30/77).
               Söylemişti söylemesine ama namert düşman mütareke dinler miydi? Daha savaş devam ederken yaptıkları gizli anlaşmalarla Osmanlı topraklarını paylaşmaya başlamışlardı bile.
               Osmanlı topraklarında bulunan petrol yataklarının olduğu bölgeleri İngilizler işgal ederken, petrolün taşınacağı liman şehirlerini de Fransızlar istila ediyordu. Belli ki adamlar hazırlık yapmışlardı.
               “İngilizler 5 Kasım’da Musul’u işgal etmiş, Fransızlar Trakya’ya girmişlerdi. Çanakkale Boğazı işgal edildikten sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Müttefik donanması Osmanlı yönetimini kontrol altına aldı. İngilizlerle Fransızlar, Güneydoğu Anadolu’yu ve Çukurova’yı ele geçirirken İtalyanlar Antalya’ya girdi. Mütareke hükümlerini istedikleri gibi yorumlayan Müttefiklerden yardım ve destek alan gayr-i Müslimler de Müslümanlara saldırıyorlardı. 11 Aralık 1918’de Dörtyol’u işgal eden Fransız ordusu içindeki Ermenilerin tecavüze başlaması Kara Kese köyü halkının silahlı direnişiyle karşılaştı. İngilizler de halkın direnişi karşısında Maraş, Urfa ve Antep’i Fransızlara devretti.” (Prof. Dr. Cevdet Küçük, AGE. 30/77).
               Anadolu adım adım işgal ediliyor ve aziz vatan toprakları namert eline geçiyordu.
               15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan askerlerini takdis eden İzmir Metropoliti (o bölgenin en büyük Ortodoks din adamı) Papaz Hrisostomos askerlere şöyle moral veriyordu: “Ne kadar Türk kanı içerseniz, cennet size o kadar yakın olur. Türk kanı içmek sevaptır.” (Yaşar Çağbayır. İstiklal Maşının Tahlili, S.63, TDVY).
               Hristiyan din adamındaki kafayı görüyor musunuz?!
               “Lord Cürzon, 1919’da İngiliz kabinesinde Türklerin İstanbul’dan atılmasını savunurken, ‘Eyüp gibi birkaç mekân hariç, İstanbul’un Türk ve Müslüman karakterine sahip bir şehir olmadığını’ söyle-   mişti! Ömründe İstanbul’u hiç görmemiş olan Cürzon’un bu hezeyanı dün de bu gün de yanlıştır.” (Taha Akyol, Milliyet, 15 Şubat 2007).
               Türkleri Anadolu’dan çıkarıp geldiği yerlere, bozkırlara gönderme gayreti Avrupalının aklın- dan hiç çıkmamıştır. Fırsat buldukça bu düşüncelerini tatbik etmeye yeltenmişler ancak Türk milleti- nin güçlü ve birbirine bağlı olduğu dönemlerde buna fırsat bulamamışlardır. (Y. Çağbayır, AGE, S.57).
               Müslüman Türk evladı! Asla unutma ki,  bu topraklarda varlığını sonsuza kadar sürdürmek istiyorsan, sen her zaman birlik içinde yekvücut ve güçlü olmak zorundasın. Bunun başka yolu yok.
               İzmir’in işgal edilmesi (15 Mayıs 1919) bütün yurtta büyük bir heyecan uyandırdı. Her yerde mitingler yapılarak işgal hareketi protesto edildi. 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine atanarak İstanbul’dan Samsun’a doğru hareket etti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele’nin başına geçmek için ilk adımı attı. Anadolu ve Trakya’daki Kolordu komutanlarına telgrafla işbirliği yapmanın gerekli olduğunu bildirdi (18 Haziran 1919). Samsun’dan Amasya’ya geçerek Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele) ve Rauf Bey (Orbay) ile görüştü ve bütün millete seslenen Amasya Tamimini yayınladı (22 Haziran 1919). 3 Temmuz da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifa ederek milletin bir ferdi olarak vatanın kurtuluşu için mücadeleye başladı… (Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, 12/285, ÇAĞ).
               Burada Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’da halka yaptığı etkili ve duygulu konuşmanın kısa bir bölümünü aynen aktarıyorum:
               “Aziz Amasyalılar!
               Padişah ve Hükümet, İtilaf Devletlerinin elinde esir bir vaziyettedir. Memleket elden gitmek üzeredir. Bu kötü vaziyete çare bulmak için sizlerle işbirliği yapmaya geldim. Hep beraber aziz vatanı- mızı ve istiklalimizi kurtarmak için gayretlerimizle çalışacağız…
               Amasyalılar!
               Burası, Havza’dan ötesi Pontus oluyor. Sivas’tan Doğusu Ermenistan’a katılıyor. Memleket İngiliz mandası altına giriyor. Tarihi büyük Türk milleti böyle esareti kabul etmez, milletimizin tarih-i şerefi vardır.
               Muhterem Amasyalılar!
               Memleketin her tarafında ateşli çalışmalar başladı. Türk vatanseverlerin gayretleriyle garp memleketlerimizde milli cepheler kuruldu. Cenupta Fransızlarla elbirliği yapan Ermenilere karşı saldır- maya başladılar. Erzurum’da Ermenilere karşı mücadele başlamıştır. Amasyalılar… Ne duruyorsunuz, burada da mutlaka her türlü haklarımızı korumak için ‘Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’ kurmalıyız…” (Menç, H., Milli Mücadele Yıllarında Amasya, S.35-36’dan Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, AGE; S.199-200, TDVY).
               Şu halde daha Samsun’a çıkarken, Amasya’ya gelirken Mustafa Kemal Paşa, vatanı kurtarma- ya karar vermiş, şimdi ise artık halkı buna hazırlamak ve inandırmak istiyordu. O nedenle tamimler yayınlıyor, kongreler yapıyor, Büyük Millet Meclisi açıyordu. Böylece milletiyle bütünleşiyordu.
               Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik görevinden istifa etmesi çok anlamlıydı. Türk milletine “Sadece asker olarak değil, bir sivil, halktan biri olarak da istilaya uğrayan vatanı kurtarmak herkesin görevidir” mesajı veriliyordu. Türk milleti bu mesajı doğru anlayarak kıyama başladı.
               Milli uyanışa örnek olan yüzlerce, binlerce hadiseden sadece birini, Kozanlı Saim misalini ibret olması için burada nakletmek isabetli olacaktır. En sıkışık dönemlerde Türk milletinin bağrından ne cevherlerin ve ne yiğitlerin çıktığını gençlerimizin bilmesini istiyorum:
               “Fransız işgal komutanı Adana ve kazalarının ileri gelenlerini toplar ve onlara hitap eder. Fransız komutanının söylediği kısaca şudur:
               ‘Biz buraya adalet getirmek için geldik. Bazılarınız, bizim bu iyi niyetimizi anlamadan çete teşkilatı kurmakta ve bize karşı gelmektedir… Şunu biliniz ki, bizim adaletimiz ne kadar güçlü ise, zulmümüz de o kadar şiddetlidir, bizi zulmetmeye mecbur etmeyiniz…’
               Komutan bu sözleri söyler söylemez, Kozanlı Saim isminde bir genç ayağa fırlar ve salondaki kalabalığı işaret ederek şöyle bağırır:
               ‘Komutan; biz düşmanın zaliminden değil adilinden korkarız. Siz bize zulmedin ki, şu salonda oturan insanlar utanıp vatanlarını kurtarsınlar!
               Adana’da kurtuluş hareketini fişekleyen bu sözler olmuştur… Adana’nın Saimbeyli kazasının ismi onun hatırasına hürmeten verilmiştir…”(Cevdet Akçalı, Düşmanın Adaletinden Korkanlar, Yeni Şafak, 14 Ağustos 2006).
               Bu millet, çocuklarının adını nasıl Gazanfer, Muzaffer, Mücahit, Saim koymasın? Sadece Ada- na değil tüm Anadolu uyanıyordu. Çünkü Necip Fazıl’ın ifadesiyle:
               “Akrebin kıskacında yoğurmuş, bizi kader.”
               Akrebin kıskacında yoğurulan bu millet son bir kez daha hamle yapıyor, düşmanı yurttan kovmak için ayağa kalkıyordu.
               “İngilizleri Çanakkale’ye kışkırtan Venizelos’u, bu sefer İngilizler kışkırtıp Anadolu’ya salmışlardı.” (Kuğunun Son Ötüşü / Çanakkale Destanı, S.261). İngiltere Başbakanı Lloyd George Yunanlıların iştahını kabartan şu sözleri söyler: “Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı Yunanistan’dır.” (Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, S.18, BİLGİ).
               “İngiltere hem Doğu Akdeniz’e, Hindistan yoluna, İran, Irak, Kuveyt petrollerine egemen olmak; hem de emperyalizme başkaldıran Türkleri, dünya Müslümanları istiklal hevesine kapılmasınlar diye cezalandırmak; Sevr anlaşmasıyla da bir daha başkaldırmayacak hale getirmek istiyordu… İngiliz çıkar ve hesapları için akacak Yunan kanının bedeli olarak Yunanistan’a İzmir ve Doğu Trakya’yı vermişti.” (Turgut Özakman, AGE, S.295).
               Görüyor musunuz, kimin topraklarını, kim, kime veriyordu?
               İngiliz, Fransız ve Yunanlılar her şeyi hesaplamışlardı. Ancak Türk Milleti’ni, onun manevi gücünü, Mustafa Kemal Paşa’yı ve silah arkadaşlarını hesaplamamışlar veya hesaplayamamışlardı.
               “İsmet Bey (İnönü), Halide Edip (Adıvar) ve Refet Bey (Bele) de içinde olmak üzere birçok yurtsever kimseler Anadolu’da kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmıyorlar, Amerikan mandası altına girmekten daha iyi bir çare görmüyorlardı. Halide Edip’in 10 Ağustos 1919 tarihi ile yazdığı mektup metni Atatürk’ün Nutuk’unda vardır. ‘Biz İstanbul’da kendimiz için bütün eski yeni Türkiye sınırlarını içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz’ dedikten sonra mektu- bunu; sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir. Hudutlarında bu kadar çok evladı ölen zavallı milletimizin fikir ve temeddün (medenileşmek) muharebesinde kaç tane şehidi var? diye bitiriyordu…” (F. Rıfkı Atay, Çankaya, S.190-191).
               Mustafa Kemal Paşa ise Amasya Tamimini yayınladıktan sonra 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a gelmiş, 23 Temmuz 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum kongresini yapmış, ardından Sivas’a geçmiş, 4-12 Eylül 1919 tarihinde Sivas Kongresini yapmış, oradan Ankara’ya gelerek Büyük Millet Meclisinin açılışını gerçekleştirmişti (23 Nisan 1920). (Bk. Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, AGE, 12/285).
               Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, ülke genelinde Kuvva-i Milliye teşkilatlanmasını tamamla- mışlar ve ardından Büyük Türk milletiyle beraber vatanın kurtarılması için kolları sıvamışlardı.
               Doğu’da Fevzi Paşa Ermenileri dize getirmiş, İran ve Ruslarla anlaşma sağlanmıştır. Batı’da birinci ve ikinci İnönü’nde Yunan ordusuyla vuruşulmuş, Dumlupınar, Eskişehir ve Kütahya savaşları yapılmış, bu savaşlarda düşmana önemli kayıplar verdirilmiştir. Sakarya Meydan Muharebesiyle düşmana büyük darbe vurulmuş ve 30 Ağustos da yapılan Büyük Taarruzla düşman geldiği yerden, İzmir’den denize dökülmüştür. (Bk. Ed. M. Erat, AGE, S.239-267).
               Amerikalı gazeteci Shaw More’ Kurban Bayramı namazından sonra Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Meydan Muharebesine şöyle uğurlandığını yazıyor:
               “Kurban bayramı sabahı kalktığım zaman Ankara Camiinin önünde sokakta namaz kılan 5000 kişilik kalabalığı görünce makinemi alarak dışarıya fırladım. Ve şayanı dikkat resimler çektim. Başkumandan Mustafa Kemal o tarihi namazdan sonra halkın muazzam tezahüratı arasında Sakarya Harbi’ne hareket etti.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, S.36’dan Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Atatürk Din ve Din Adamları, S.227, dipnot:720).
               Eşref Edip Mehmet Akif’ten Atatürk’le ilgili şöyle bir hatıra nakleder:
               “Sakarya muharebesi sırasında, düşmanın Ankara’yı tehdit etmeye başlaması üzerine Ankara’dan göç etme tartışmaları başlar. Mehmet Akif, bu sırada şöyle der:
               -‘Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, ona (Mustafa Kemal’e), onun askerliğine güvenilir. Ordumuz inşallah galebe çalacak (üstün gelecek), buna imanım var’.” (Çağbayır, AGE, S.206).
               İstiklal Harbi’nde bağımsızlık uğruna millet ayağa kalkmış, esir olmak istemiyor, özgür olmak istiyordu. Kadınlar kağnılarla mermi taşıyor, çocuklar cepheye koşuyor, eli silah tutan ihtiyarlar askere yazılmak için sıraya giriyordu. Millet Ezan susmasın, camiler kapanmasın istiyordu. Hangi baba üç oğ- lunu cephede şehit verdikten sonra, kendisi de silaha sarılarak cepheye koşabilirdi? Bu nasıl mübarek bir millettir ki, şehit oğlunu toprağa verirken diğer oğlunu cepheye dualarla gönderiyordu! Bu nasıl bir millettir ki vatan sevgisi evlat sevgisinden daha büyüktü. Bu nasıl bir vatan aşkıdır ki acılarla ıstıraplar-la, eksilmez, inadına daha da büyüyordu.
               Mesela Sakarya savaşına gönüllü katılan Kayseri Lisesi öğrencilerinin tamamı şehit oldukları için okul 1920-1921 Eğitim yılında mezun verememiştir. (Bk. Yeni Şafak, 13 Eylül 2004).
               Tarih şahittir ki böyle soylu bir milletin tutsak edilmesi ve yok edilmesi mümkün değildir.
               Çanakkale Kara Savaşlarında stratejik kararlar alarak savaşın seyrini değiştiren Mustafa Kemal Paşa, Sakarya savaşında da stratejik kararlar alıyor, yeni harp taktikleri deniyordu.
               Büyük Taarruz için hazırlıklar başlamış, saldırı planları için komutanları bir araya getirecek formül “futbol maçı” ile bulunmuştu. 28 Temmuz günü “futbol maçı izleme” bahanesiyle Akşehir’de bir araya gelen Kâzım Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa taarruz hazırlıklarının süratle tamamlanmasını kararlaştırdılar. Artık adım adım zafere gidiliyordu.
                Mustafa Kemal Paşa 17 Ağustos günü gizlice Ankara’dan ayrılarak Konya üzerinden Akşehir’e geldi. Harekâtı kamuoyundan saklamak amacıyla 21 Ağustos da Çankaya’da bir çay daveti verileceği ajans ve gazetelere duyuruldu.
               Başkomutan 26 Ağustos sabaha karşı Fevzi Paşa ve İsmet Paşa’yla birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe’deki yerini aldı. Türk milletinin vatanını kurtaracak olan Büyük Taarruz, sabah saat 04,30’da başladı. (Bk. Yeni Şafak, 30 Ağustos 2003).
               Sakarya Meydan Savaşı başlarken Türk ordusunun 5401 subay ve 96.326 askerine karşılık Yunanlıların 3780 subayı ve 120. 000 askeri vardı. Türk askerinin 54.572 tüfek, 825 makineli tüfek, 169 top, 1284 araba ve 2 uçağına karşılık Yunanlıların 75.900 tüfek, 2768 makineli tüfek, 286 top, 600 adet üç tonluk, 240 adet bir tonluk yük taşıyan kamyon ve 18 uçağı vardı. (Bk. Ed. M. Erat, AGE, S.255). Düşmanın hayli üstün maddi gücüne karşılık Türk ordusunun imanı vardı.

               Müslüman Türk’ün anavatanı Anadolu’yu işgal eden düşmanı ülkeden kovmak için seferber olan Anadolu’nun yiğit Mehmetçikleri yanık sesleri, duygulu sözleriyle topların ve cephane sandıklarının üzerinde Kur’an okudular, ezan okudular ve dua ettiler. Erken kılınan sabah namazının arkasından aşka gelen ordu “Allah! Allah!” sesleriyle hücuma başladı. Yağız Mehmetçikler coşmuş saldırıyorlardı. Vatanı kurtarmak için saldırıyorlar, analarının-bacılarının namusunu korumak için saldırıyorlar, duvaklarıyla bıraktıkları taze gelinler ağlamasın diye saldırıyorlardı, en önemlisi de Allah için saldırıyorlardı. Bombayla, tüfekle saldırıyorlar, olmazsa süngüyle, dipçikle saldırıyorlardı.
               Yunanlıların yaptığı tahkimat için, “Türkler burayı altı ayda ele geçirebilirlerse, övünebilirler” diyen İngiliz Başvekili Lloyd George, altı saat içinde Türklerin burasını aldığını duyunca hayretten donakalmıştı.
               Artık Türk milleti savaşı kazanmış, vatanı kurtarmış bağımsızlık coşkusu yaşıyordu. Bu zafer- den sonra Kafkas Cumhuriyetlerinden tebrik telgrafları gelmiş, tüm dünya Müslümanları sevince gark olmuştu. Bütün İslam ülkelerinde ve İngiliz sömürgelerinde Türklerin zaferi kutlanıyordu.
               “Gandhi çarpıcı bir demeç verdi: ‘:Haydi beni bir daha tutuklayın İngilizler! Ama tutuklamak ve öldürmekle iş bitmiyor. İşte, öldü sanılan Türkler, cenaze törenleri için hazırlanan tabutlarını katillerinin başlarına geçirdiler” diyordu. (T. Özakman, AGE, S.659).
               Muhammed Ali Cinnah da Londra’da bir basın toplantısı düzenleyerek şunları söyledi: ”İngiliz hükümeti barış için Mustafa Kemal Paşa’ya yardımcı olabilirdi, ama olmadı. Tersine savaşı körükledi. Biz Hint Müslümanları, Mustafa Kemal kazansın diye dua ettik. Şimdi de kazandığı için Allah’a hamd ediyoruz. Kazanan yalnız Mustafa Kemal Paşa değildir, bütün esir milletlerin zaferidir bu….” (T. Özakman, AGE, S. 670).
               Büyük Taarruz ile sadece Yunan ordusu denize dökülmedi. Yunanlılara sınırsız destek veren Lloyd George’un, ABD Başkanı Wilson’un, Fransa Cumhurbaşkanı Clemenceau’nun, Orlando ve beraberinde yüzlerce müşavirinin yıllardan beri üzerinde çalıştığı ‘Yakın Doğu’ ile ilgili hazırlıkları, plan ve projeleri de iflas etti. (Osman Özsoy, Halka ve Olaylara Tercüman, 26 Ağustos 2004).
               İstiklal Harbi ve 30 Ağustos Zaferi işte böyle kazanıldı.
               Büyük Türk Milleti, yokluklar içerisinde, birlik ve beraberlikle yedi düvele meydan okumuş, sonuçta zafere, Cumhuriyete ve muasır medeniyete ulaşmıştır. Eğer birliğimizi, bütünlüğümüzü bozmadan çalışır, üretirsek ve paylaşırsak önümüze daha çok zaferler çıkacak ve Türk Milleti var olmaya devam edecektir.
               Sonuç olarak Çanakkale Destanı’nı yazan komutanlarla İstiklal Harbi’ni kazanan komutanlar aynı komutanlardır. Bu komutanlar Batı’nın haksızlığına ve Sevr’in parçalanmasına vesile oldular ve Anadolu’da özgür bir devlet kurdular. Başta Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Şefik Aker, Cemil Conk, Kazım Karabekir, yani Kuvayı Milliye kökü Çanakkale’den sürüp gelmiştir. Kısaca Çanakkale ruhu ölmemiştir.  Çanakkale ruhu, Kuvayı Milliye ruhuna inkılap etmiştir. Bu iki ruhu karşı karşıya getirmek büyük bir yanlıştır. Bunlar birbirinin rakibi değil birbirinin devamıdır. Çanakkale ruhu olmasaydı Kuvayı Milliye ruhu doğmazdı. İkisini de yaşatmak geleceğimiz açısından çok önemlidir.
               Osmanlı Devleti’yle Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı halkı ile Türk milletini karşı karşıya geti- rip, bunların ayrı devletler ve milletler olduğunu iddia etmek temelsiz ve fitne ürünü yakıştırmalardır. Osmanlı Türk milletinin dedesiyse Türkiye Cumhuriyeti de babasıdır. Dedesine düşman olanla babası- na düşman olan arasında bir fark yoktur. Asını ve özünü ancak soysuzlar inkâr eder.
               Konuyu Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın şu değerlendirmesiyle bitiriyorum:
               “Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı’nın bir devamı ya da halefi olarak görmek mümkün mü?
               Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu topraklar Osmanlı Devleti’nin anavatanıdır. Bu nedenle Cumhuriyetle beraber devlet devam ediyor; diliyle, diniyle, toprağıyla ve insanlarıyla Osman- lı’nın halefi elbette biziz. Türkiye bir ‘redd-i miras’ hakkına sahip değildir. Ermeni olayları tartışılırken de kimileri ‘Onu yapan Osmanlı’ydı, biz başka bir devletiz’ dedi. Bu büyük bir saçmalıktır. Eğer bir Er- meni soykırımı olmuşsa bunu yapan bizim dedelerimizdi. Eğer masumsa da benim dedem masumdur.” (İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, S.95, TİMAŞ).
               Gazanferlere, Muzafferlere, Mücahitlere, Saimlere ve bütün Mehmetçiklere selam olsun. On- ların şahsında tüm şehitlerimizin ruhları şâd olsun. Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını minnet ve şükranla anıyorum, mekânları cennet olsun. Rabbim Müslüman Türk milletini vatansız bırakmasın ve bir daha böyle acılar göstermesin.

YORUMLAR

  • 0 Yorum