Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Ahmet KOCABAŞ

Ahmet KOCABAŞ


EĞİTİM ÖĞRETİM MACERAMIZ / 24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ

26 Kasım 2018 - 17:34

             ---24 Kasım 2012 yılı Öğretmenler Günü münasebetiyle emekli öğretmenler adına yaptığım konuşmanın metnidir--
              24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle eğitimin içinden gelen emekli bir öğretmen olarak eğitim ve öğretimin önemi ve öğretmenin değeri konusunda düşünce ve tespitlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

               Osmanlı Devleti’nin Meşrutiyet yıllarında görev yapmış meşhur Maarif Nazırı / Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendinin; “Şu mektepler olmasa Maarifi ne güzel idare ederdim” dediği söylenir.

               Maarifi idare etmek gerçekten çok zor bir iştir. Çünkü emek ister, bilgi ister, marifet ister, sanat ister, pedagoji ister, uzmanlık ister, sabır ister, ister, ister…
               Kalkınmanın temelinde eğitim vardır. Bir ülkenin kalkınmışlığının düzeyi eğitilmiş insan gücüyle orantılıdır. Bunun için tarih boyunca toplumlar insan eğitimine önem vermiştir. Her dönemde etkili olan bilim ve teknoloji, bugün daha da ayrı bir önem kazanmıştır. Bilim, milletlerin refahını artırır; ulusal değerlere güç kazandırır. Kıtalar arasını vuran füzelere, bir insan ne kadar yiğit olursa olsun, kısa menzilli tüfeklerle yapacağı bir şey yoktur. Bilim ve teknolojide geri kalmış milletler, sadece Firavunların piramitlerine taş taşıyan köleler gibi, ancak gelişmiş ülkelere hizmet ederek varlıklarını sürdürebilirler.

               Yapılacak iş, yeni yetişen genç nesilleri günümüzün bilimsel şartlarına uygun olarak yetiştirmektir. Bu durum ise eğitime, öğretime ve öğretmene önem vermekle mümkün olur.

               Cumhuriyet’in Devraldığı Miras:
               Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Türkiye’nin Eğitim-Öğretim manzarası şöyledir:
               “13 milyon nüfus, ilkel bir tarım, sıfıra yakın sanayi, madenlerin büyük çoğunluğu, limanlar ve demir yolları yabancı şirketlerin yönetiminde. 153 ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var. Halkın yüzde 7’si okur-yazar, bu oran kadınlarda yüzde 1 bile değil. Ortaokullarda 543, liselerde sadece 230 kız öğrenci okuyor. Ekonomik bakımdan yarı sömürge. Kişi başına gelir 4 lira, kişi başına ortalama kamu harcaması 50 kuruş. Alt yapı her alanda yetersiz. Bilim hayatı ve düşüncesi yok sayılacak düzeyde…” (Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, S.682).

               Cumhuriyetin devraldığı miras budur…
               Böyle bir ülkede işe öncelikle eğitim ve öğretimden başlamak gerekirdi. Gazi Mustafa Kemal Paşa’da öyle yaptı. Karatahtanın başına geçerek yeni Türk alfabesiyle ve Başöğretmen unvanıyla bir Eğitim-Öğretim seferberliği başlattı. 

                Millet Mektepleri Başöğretmeni:
               Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk alfabesini tanıtmak için karatahtanın başına geçerek ‘Millet Mektepleri Başöğretmenliği’ unvanını kabul ettikleri gün olan 24 Kasım 1928 günü, 1981 yılından beri ‘Öğretmenler Günü’ olarak, törenlerle kutlanmaktadır.
               Tüm öğretmenlerimize kutlu olsun.

               Bir ülke, bir millet topla, tüfekle, askerle kurtarılır ve korunur; ancak ilimle, bilgiyle, kültürle ve sanatla yönetilir ve geliştirilir. Bunu bildiği için Atatürk öğretmenlere şöyle seslenmiştir:
               “Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cehaleti yenerek siz kazanacak, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz…”
               Şu halde Atatürk’e göre gerçek zafer, cehaleti yenmekle kazanılır. Bu konuda Mustafa Kemal, öncelikle öğretmenlere güvenmiş ve öğretmenlere inanmıştır.

               Buna karşılık öğretmenler acaba kendilerine ne kadar inanıyor ve güveniyor?
               Gazi Mustafa Kemal Paşa öğretmenlerden öncelikle ve özellikle şunu istiyor:
                “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden evvel Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etme görevi öğretilmelidir.”
               O halde eğitim ve öğretim, öncelikle ‘Milli Eğitim’ olmalı, Türk milletinin bağımsızlığına, milli benliğine ve geleneklerine uygun yürütülmelidir. Mustafa Kemal Paşa, bu konuda ne kadar hassas olduğunu bizzat uygulayarak göstermiştir.

               Mesela 1927 yılında Bursa Amerikan Kız Koleji’nde bir Türk kızının Hristiyan olması üzerine Mustafa Kemal Paşa bu kız kolejini kapattırmıştır. (Bk. Prof. Dr. Hüseyin Atay, Din de Reform ve Atatürk’ten Kesitler, S.101).
               Ve iddia ediyorum ki, Türk Milleti Mustafa Kemal Atatürk’ü hala gereği gibi anlayamamıştır! 

               Eğitimde Taklit Dönemi:

               Eğitim ve öğretimde Türkiye nasıl bir yol izlemiştir?
               “Eğitimde, Tanzimat’la Fransız etkisi başlamış, İttihat ve Terakki ile birlikte Alman etkisi gözlenmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan etkisi artmıştır. 1980’li yıllarla birlikte yaygın olarak Japon sisteminden bahsedilmekte, heyetler göndererek incelemeler yaptırılmaktadır.” (Servet Özdemir, Eğitim de Örgütsel Yenileşme, S.130).
               “Kanaatimce Orta Öğretimde yapılan en berbat hata 1960’lı yılların sonunda önce liseler ve daha sonra da ilkokullara kadar o zamana dek uygulanmakta olan sezgisel matematikten uzaklaşarak son derece soyut Modern Matematik kavramlarının icbar edilmesi olmuştur…” (Özemre, Din İlim Medeniyet, S.244, Pınar).
               “1970’lerin ortalarından itibaren; eğitimin siyasileştirilmesi, öğretmenlerin yapay olarak iki ayrı kampa bölünmesi ve öğretmen açığı var diye 45 günlük yaz programlarının uygulamaya konularak yetiştirilen militan öğretmenler(!) aracılığıyla orta öğretimin ele geçirilmeye çalışılması milli eğitimimize vurulan büyük darbeler olmuştur…” (Özemre, AGE, S.246).
               Ama Türk Milleti hala, kendi tecrübesinden, kendi milli geleneklerinden kaynaklanan Türk Milli Eğitim Modelini gerçekleştirememiştir.
                Önce büyük umutlarla Köy Enstitüsü açılmış, sonra bu Enstitüler Öğretmen Okulu’na dönüştürülmüş, daha sonra Öğretmen Okulları Eğitim Enstitüsü’ne çevrilmiş, arkasından Eğitim Yüksek Okulu denenmiş ve şimdilik Eğitim Fakültesi’nde karar kılınmıştır. Muhtemelen yakında bu da değişecektir. Eğitim de istikrar sağlanamamış genellikle isimle, tabelayla, şekille uğraşılmış ama bir türlü değerlerimize bağlı bir ‘Milli Eğitim Modeli ’ne ulaşılamamıştır.
               Temel Eğitim, Altı Yaş Uygulaması, Basamaklı Kur Sistemi, Televizyonlu Eğitim, Lise Mezunlarına Meslek Edindirme Projesi (LİMME) ve Ders Geçme Kredi Sistemi gibi yenileşme girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve tekrar eskiye dönülmüştür. (Bk. Servet Özdemir, AGE, V).
               Neden?
               Çünkü bu projelerin hiç biri Türk Milli Eğitimi’nin ruhunu ve özünü yansıtmayan, siyasi amaçlarla gündeme getirilmiş, devşirme anlayışların eseridir. Maalesef Türk Milli Eğitim Sistemi yazboz tahtasına dönüştürülerek perişan edilmiştir.

                El Neyle Biz Neyle Uğraştık?

                Gelişmiş ülkeler eğitimde ‘Toplam Kalite’, ‘Sıfır Hata’, ‘Tam Öğrenme’ gibi yeni ve modern projeleri hayata geçirirken, Türkiye hala okullar da, merkezi sınavlar nasıl yapılmalı, Lise ve Üniversite sınavları nasıl olmalı konusunu tartışıyor ve sınavlarda yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarıyla boğuşup duruyor. Ne iş yapıyor bizim eğitim uzmanlarımız, pedagoglarımız ve akademisyenlerimiz?
               Son on iki yıl içinde (2012 yılı itibariyle) neredeyse beş ayrı sınav yöntemi ve onlarca değerlendirme kriteri denendi. Hala sadece öğrencinin başarı ve yeteneğini ölçecek objektif bir ölçüt bulunamadı. Eğitimciler artık yazboz tahtasına dönen sistemin, kalıcı, motivasyona dönük ve adil bir sınav sistemine dönüştürülmesini istiyorlar.
               Başka…

               Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptırdığı araştırmaya göre bir yılda bir Japon 25 kitap, bir İsveçli 10 kitap, bir Fransız 7 kitap okuyor. Bir Türk yılda bir kitap bile okumuyor, 6 Türk’e bir kitap düşüyor. (Bk. Taha Akyol, Televizyon Çocukları, Milliyet, 23 Haziran 2006).
               Bir başka habere göre: “Avrupa ülkelerinde 4 bin veya 5 bin kişiye bir kütüphane düşerken, Türkiye’de 90 bin kişiye bir kütüphane düşmektedir. Resmi rakamlara göre üniversiteden mezun olanların yüzde 28’i ders kitaplarının dışında herhangi bir kitap okumamıştır.”
               Ülkemizde Maalesef yaklaşık 400 bin kahvehaneye, 25 bin meyhaneye karşılık bin beş yüz civarında kütüphane bulunduğu söylenmektedir… Eğer bir ülkede meyhane sayısı kütüphane sayısını on beşe katlıyorsa, orada gelişen kafalar mı, uyuşan kafalar mı önde olur biraz düşünmek gerekir.

              

               Mesela 2007 yılında ÖSS sınavına 1 milyon 776 bin aday başvurmuş. Bunlardan 47 bin 587 aday o yıl ÖSS’den sıfır çekmiş… (Bk. Yaşar Süngü, Yeni Şafak, 01 Ağustos 2007).

               Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu’nun 26 bin liseli öğrenci arasında yaptırdığı anketin sonuçları çok çarpıcı… Ankete göre, her 100 lise öğrencisinden 15’i, okula bıçak veya tabancayla gelip gidiyor… (Bk. Melih Âşık, Milliyet, 17 Mart 2009).

               Bu haberi okuyunca burası Teksas mı diye adamın sorası geliyor?
               Türkiye’de okuma yazma bilmeyen 4,5 milyon kadın ve kızımızın olduğu; 12-14 yaş arasında evli 10 binden fazla çocuk gelin bulunduğu söyleniyor… Kalemle, kitapla, eğitimle ve okulla uğraşması gereken kız çocukları çok küçük yaşlarda kuma, berdel, beşik kertmesi yapılıyor ya da babası yaşındaki adamların vicdanına satılıyor! Bu durumun insanlıkla, vicdanla ve medenilikle bir alakası olabilir mi?
               Türk Milli Eğitim Sistemi’nin bu çarpıklıklarını düzeltmek veya düzeltecek olanlara yardımcı olmak, destek vermek her Türk vatandaşının milli görevidir. Yeniden bir okuma yazma seferberliği başlatılmalı ve bu konunun motor gücünü eğitimciler ve öğretmenler teşkil etmelidir.              

Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdulkadir Özcan’ın şu tespitleri oldukça dikkat çekicidir, diyor ki: “1584-1587 yılları arasında İstanbul’da bulunan Venedik elçisi Lorenzo Bernado ülkesinin senatosuna sunduğu raporunda, ‘Sadece devlet idaresinin değil koca İmparatorluğun ordularına kumanda yetkisinin de ellerine verildiği kişiler ne dük ne marki ne de konttur. Hepsi çobanlıktan gelme sıradan insanlardır. Bu sebeple biz Venediklilerin de padişahın yaptığını yapmamızda isabet vardır. Padişah bu adamlardan en iyi kaptanları, sancak beylerini, Beylerbeyileri yetiştirerek onlara şan ve itibar kazandırmıştır.’” (A. H. Lybyer, Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi (tr. Seçkin Cılızoğlu), S. 47, 68-69, 73 vd’dan Abdülkadir Özcan, Kul Md, DİA, C.26, S.350).

                Venedik elçisi Osmanlı eğitim sistemine neden imreniyor? Çünkü:
              Mesela XV. yüzyılda Fatih medresesinde tıpla ilgili yaklaşık bin kitap bulunurken, aynı asırda Sorbonne Üniversitesi’nde on kitap, Frankfurt Üniversitesinde on iki kitap bulunmaktadır. Bu on iki kitabın da yedisi İbn Sina ve Bruni’den tercüme edilmiş kitaplardır.

              Fatih Sultan Mehmet devrinden çok önceleri bile, “… Endülüs / Kurtuba’daki Halife II. Hakem İran’da, Suriye’de, başka bir yerde yazılan kitabı öğrendiğinde satın almaktadır. Bilinen bir anekdot, Isfahan’daki Ebülfereç’in ünlü ontolojiyi yazdığını öğrenen halife, 1000 altın dinar göndererek ilk el yazma nüshasını satın almıştır. II. Hakem ’in kütüphanesinde 400 000 cilt kitap vardır! Çağdaşı olan Fransa Kralı ‘Bilge’ V. Charles’ın kütüphanesindeki kitap sayısı 900’den ibarettir.” (F. Braudel, A History of Civilizations, Penguin Books, s.72, 78’den Taha Akyol, Bilim Ve Yanılgı, S.55, Doğan Kitap).
              “Harizmi, İbn Türk, Ebülvefa kendi çağlarında geometride nasıl bir atılım yaptılarsa, sonraki çağlarda atılım yapan âlimler İslam dünyasından değil Batı’dan çıkacaktı! Müslümanlarda ise geometriye ‘onların ilmi’ diye bakmak eğilimi oluşacaktı!
              Yunan’dan İslam’a geçen ve gelişen bilimsel düşünce yine tercümelerle Avrupa’ya geçecek, İslam dünyasında unutulan İbn Heysem, İbn Rüşt, İbn Sina gibi bilginlerin Latinceye çevrilen eserleri Avrupa’da XVII. Yüzyıldaki ‘bilim devrimi’ni tetikleyecekti!” (Akyol, AGE, S.42).
               “XIII. Yüzyılda Batı’da, El-Kindi ve Farabi’nin eserleri, XIV. Yüzyılda İbn Sina ile İbn Rüşt’ün eserleri ve XV. Yüzyılda da İbn Rüşt’ün eserleri okunurdu.
               İngiliz filozofu Roger Bacon ile Alman filozofu Büyük Albert’in en çok faydalandıkları eser, Aristo’nun ‘Organon’ adlı kitabı üzerine Farabi’nin yazdığı şerhdir.” (İzmirli’den Kayadibi, AGE, S.55).

                Bunları bilmeden, bilim devrimini anlamadan eğitim-öğretim sorunu çözmek mümkün değildir. Avrupa Osmanlı eğitim sistemini kendine uyurlarken, Türkiye kendi değerlerini keşfedip, onları çağdaş bilgilerle donatarak bugüne taşımış olsaydı daha başarılı olamaz mıydı?

                Uzmanlarımız, pedagoglarımız, sosyologlarımız, eğitimcilerimiz nerede? Ha bire üniversite açıyoruz, buradan yetişen ilim adamlarımız ne işle uğraşıyorlar?

                Bugün Geldiğimiz Nokta:

                “Bir milletin geleceği, iyi eğitim almış, iyi yetişmiş ve ahlaki değerlere sahip, çalışkan ve idealist gençlerin varlığına bağlıdır. Gençlerin her alanda eğitim görmeleri ve tahsil seviyelerinin yükselmesi o ülkenin iyi yolda olduğunun göstergesidir…” (Doç. Dr. İ. Karagöz, Aile ve gençlik, 161).
              Eğitim öğretim konusunda bugün Türkiye’nin geldiği seviye çok önemlidir ama yeterli değildir.

                200 civarında Üniversite, bu üniversitede okuyan yaklaşık 7 milyon öğrenci, İlkokul ve Orta Öğretim dâhil 17 milyon talebe… Yaklaşık 100 bin öğretim üyesi, 600 bin öğretmen…

                Bugün düne göre daha eğitimli, daha güçlü bir Türkiye var. “Haydi, Kızlar Okula”, “Baba Beni Okula Gönder”, “Eğitime %100 Destek” gibi güzel kampanyalar var. Ama yarın ki Türkiye daha güçlü, daha eğitimli olmalı. Dünya ile yarışan öğrencilerimiz, dünya Üniversitelerini geride bırakan Üniversitelerimiz, yeni buluşlarla dünyayı ayağa kaldıran bilim adamlarımız, ‘bilim devrimini’ anlamış uzmanlarımız, akademisyenlerimiz olmalı… Nerede bunlar!

                Yirmi birinci yüzyılın kalkınmış Türkiye’sini bugün eğitim gören yeni nesillerimiz kuracaktır. Bu nedenle eğitim - öğretim ve çocuklarımızı yetiştirmek büyük bir önem arz etmektedir. Bir ülkenin kalkınmışlığının seviyesi eğitilmiş insan gücüyle orantılıdır. Özellikle de eğitilmiş kadın gücüyle.
               “Kadınlarını eğiten toplumlar nesillerini eğitmiş demektir. Çünkü insanlar annelerinin eğitimlerine göre şekillenirler. Anne eğitimsiz olursa çocuğunu nasıl eğitebilir? Kadınları eğitmeyenler erkek – kadın hepsini cehalet felaketine itmişler ve üretim dışı bırakmışlardır…” (Prof. Dr. Fahri Kayadibi, İslam Dünyası Neden Geri Kaldı? Nasıl İlerler? S.201)

               Bu nedenle öğretmenlere, eğitimcilere önemli ve kutsal görevler düşmektedir. Kalkınmanın temelinde yatan eğitim, bilim, çalışma, aklı işletme, zamanı iyi kullanma, sosyal dayanışma, ahlak, insan hakları, devamlı ilerleme ve muasır medeniyetleri geçme gibi ilkeleri öğrencilere kazandıracak olan öğretmenlerdir. (Bk. Kayadibi, AGE, S.7).
               “Artık, eğitimin temel amacı, ideolojik kalıplara saplanmış ‘sadık vatandaşlar yetiştirmek’ değil, ‘sağlam karakterli, hür düşünceli ve sorgulayan insan’ yetiştirmek olmalıdır. Eğitim ideolojik olarak değil pedagojik olarak tasarlanmalıdır. Merkezi eğitim yerine, mahalli imkânlara ve bireysel yeteneklere de zemin hazırlanmalı ve bunlarla işbirliği denenmelidir.”
               Buradan hareketle diyorum ki, artık çocuklarımızı:

                İsyankâr olmadan kanunlara saygılı, dalkavuk olmada kişilikli, teslimiyetçi ve diktatör olmadan dengeli, komünist olmadan sosyal adaletçi, şövenist olmadan milliyetçi, mutaassıp olmadan manevi değerlere bağlı, yobaz olmadan dine saygılı, bölücü olmadan vatansever olarak yetiştirmelidir. (Krş. Avni Akyol Milli Eğitim Bakanı, Laiklik ve Din Öğretimi, S.41, MEBY).
              Öğrenci Öğretmen İlişkisi Nasıl Olmalıdır?

                Öğrenci öğretmen ve çocuk veli ilişkisini somut bir örnek üzerinden kısaca anlatmak istiyorum: Mesela Marşa bastık araba çalışmadı. Tekrar tekrar marşa basar gaz verir misiniz arabaya? Şayet böyle yaparsanız arabayı gaz boğar ve araba çalışmaz. Araba çalışmadığı zaman ne yaparsınız? Ya kaputu açar motora bakarsınız veya tamirciye götürürsünüz ya da bir servis çağırırsınız. Peki, öğrenciniz veya çocuğunuz ders çalışmazsa ne yaparsınız? Karşısına geçip defalarca ‘çalış’ diye onu zorlar mısınız? Bir makine çalışmadığı zaman bunun nedenini araştırıyorsunuz da, bir öğrenci veya çocuk çalışmadığı zaman bunun nedenini niçin araştırmıyorsunuz?

                Acaba araba, makine ve insan ilişkisinin, öğrenci öğretmen, çocuk veli ilişkisinden daha sağlıklı olduğu söyleyebilir mi? (Daha geniş bilgi için bk. Üstün Dökmen, Küçük Şeyler 3, 75-77).
              “Bazen teknik bir aleti tamir etmek isterken zorlamayla parçayı koparabiliriz. Tamir edilecek derken daha büyük bir hasar meydana gelir. İşte şiddetle terbiye etmek de böyle sonuçlar doğurur…” (18) Çocuklarımız, öğrencilerimiz tertemiz, bazen onları tamir edelim derken baskı yapıyor, şiddet kullanıyor, onları kırıyor, dalından koparıyoruz…
               “… Bizim neslin en büyük problemi ‘dil’ problemidir. Biz, ilkokulda öğrendiğini ortaokulda beğenmeyen, lisede öğrendiğini üniversitede kullanmayan ve hayata atıldığı zaman, önce öğretilip sonra unutturulan kelimelerin hangisi ile konuşacağına karar veremeyen istikrarsız bir nesiliz. Dil zevki olanlardan ve tatlı Türkçe’mizi müzik gibi konuşup şiir gibi yazanlardan özür dilemek isteriz…” (Dr. Ahmet Çelebi, Ter. Prof. Dr. Ali Yardım, İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi, S.VIII, Damla).
               Dolayısıyla eğitimciler olarak güzel dilimiz Türkçe ’ye sahip çıkmalı ve öğrencilerimize bu dili öğretmeli ve sevdirmeliyiz. Şayet Türk dilini kaybedersek her şeyi kaybederiz…

               Mütefekkir kimliği yanında iyi bir öğretmen de olan ve çok sayıda öğrenci yetiştiren merhum Nurettin Topçu’nun şu sözleri üzerinde iyi düşünülmesi gerekmektedir. Hoca diyor ki:
               “Kırk yıl öğretmenlik yaptım, mabede nasıl girdiysem sınıfa da öyle girdim.” (Bk. Prof. Dr. Ahmet Koç’tan editör Şaban Karaköse, Etkili Din Görevlisi, s.121, TİDEF).

               Ve aynı Nurettin Topçu öğretmenleri ise şöyle anlatmıştır:
               Her şeyden önce Öğretmen hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Öğretmen, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealisttir. İdealinin düşmanları karşısında bile “bunlara beddua et” diyenleri “hayır ben beddua için gönderilmedim!” diye susturarak, “bir gün gelecek bunlar davamıza en büyük hizmeti yapacaklar- dır” diye müjdeleyen rahmetler müjdecisidir. Öğretmenlik sevgi işidir, ruh işidir. Öğretmen hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder, ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir. (Bk. Nurettin Topçu’dan Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, s.252, DERGÂH).

                Şu halde biz eğitimciyiz, biz öğretmeniz. Biz kavga etmeye değil hizmet etmeye, gönül kırma- ya değil gönül almaya, gönül kazanmaya geldik. Sevgisizliğin diz boyu olduğu bir zamanda sevmeyi ve sevilmeyi yeniden ayağa kaldırmalıyız. Önce kendimizi, sonra mesleğimizi, daha sonra öğrencilerimizi seveceğiz. İnsanımızı, vatanımızı, Milletimizi, bayrağımızı, Türkçemizi ve değerlerimizi seveceğiz…
               Çocuklarımıza, öğrencilerimize sahip çıkacağız ve onları en güzel şekilde yetiştireceğiz. Bizim öğrencilerimiz bir lisan değil en az üç lisan bilmeli, iki diplomalı olmalı, iki fakülte bitirmeli. Sabahlara kadar, akşamlara kadar okumalıyız. Özellikle de kız çocuklarını okutmalıyız. Cehaletin puslu karanlıklarından çocuklarımızı, ülkemizi ve milletimizi arındırmalıyız.

               Hatice Kültür’ün yazdığı ‘Öğretmenim’ şiirinin son dörtlüğüyle konuşmamı toparlıyorum:
               “Ben öğrenci, sen öğretmen,

               Başarırsam hüner senin,
               Kazanırsam zafer senin.
               Ama bir de kaybedersem,
               Yok diyecek başka sözüm,
               Yorum senin, yorum senin,
               Öğretmenim.”(17)
               Sözlerimi bitirirken, İlçe’mizin şehit öğretmenleri Engin Eker’i ve Emin Aydın’ı ve tüm şehit öğretmenlerimizi minnetle anıyorum. İlçemizde Türk Milli Eğitimine emek vermiş fedakâr öğretmenlerimizden Ziya Küçükefe’yi, Mustafa Keçili’yi, Hamdi Tuna’yı, Süleyman Tekeli’yi, Muzaffer Tümer’i, Hüseyin Düzgün’ü, Musa Çetin’i, Sıtkı Turan’ı, Mustafa Çekmece’yi, Yasemin Gül’ü ve tüm vefat etmiş öğretmenlerimizi rahmetle anıyorum.
               Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına rahmet diliyorum. Ruhları şâd olsun. Öğretmenler gününüz tekrar kutlu olsun.

YORUMLAR

  • 0 Yorum