Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Ahmet KOCABAŞ

Ahmet KOCABAŞ


ON KASIM'DA ATATÜRK'Ü YENİDEN ANLAMAK

10 Kasım 2017 - 18:13

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü Yeterince Tanıyor muyuz?
         
Atatürk’ün ölüm yıldönümü münasebetiyle bir ilahiyatçı olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa hakkında duygu ve düşüncelerimi siz kıymetli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Konuya şöyle önemli bir soruyla başlamayı uygun görüyorum:
          Biz Atatürk’ü yeterince tanıyor muyuz?
         Kanaatime göre hayır, tanımıyoruz veya tanıyamıyoruz.
          Ne ‘Atatürkçüyüm’ diye yüksek perdeden bağıranlar tanıyor O’nu, ne de eleştirenler. Ne yakasına yumruk gibi rozet takarak ‘hava atanlar’ tanıyor O’nu, ne de yaptıklarına karşı çıkanlar. Ne arabasının arkasına kocaman bir Atatürk resmi asarak ‘hakiki Atatürkçü’ olduğunu ima edenler tanıyor O’nu, ne de dine karşı çıktığını söyleyen mollalar. Hiç biri Atatürk’ü gereği gibi tanımıyor.

          Tekrar ediyorum, asıl sorunumuz bu. 
          Sağcısı-solcusu, dindarı-dinsizi, milliyetçisi-liberali Atatürk’ü yeterince tanıyamamaktan şikâyetçi olmalarına rağmen, Gazi Mustafa Kemal hakkında bilgisizce veya bir belgeye dayanmadan konuşmaya, yazmaya devam edebiliyorlar. Hatta bu konuda ‘derin tarihçiler’ bile derin bir cehalet içerisindeler!

          Mesela gazeteci Taha Akyol, onu yeterince tanımadan Atatürkçü kesilen çakma 28 Şubatçıları şöyle eleştiriyordu: “Sadece ezberledikleri birkaç genel söz vardı; Çağdaşlık, Laiklik, Atatürkçülük gibi… Bunlar hakkındaki bilgileri de çok sığ, yüzeysel ve slogansı idi. Bazıları Atatürk’ün Nutuk kitabını bile okumamışlardı! Atatürk’ün ‘inkılâpçı’ Afgan kralı Emanullah Han’a ‘Sakın Kadın Kıyafetine Karışma’ diye haber gönderdiği söylendiğinde sinirleniyorlardı.”  diyor ve Atatürk’ün istismar edildiğini yazıyordu. (Hürriyet, 14 Nisan 2012)

          Yıllarca Milliyetçi-Muhafazakâr ekolün temsilciliğini yapan akademisyen-yazar Mümtaz er Türköne de, “Birileri Atatürk’ün çatık kaşlı, asık suratlı büstlerinin arkasına saklanarak halka karşı kendi yönetme ayrıcalıklarını sürdürmeye çalıştılar. Birbirinden farklı yığınla Atatürkçülük vardır. Hepsinin ortak paydası demokrasi hazımsızlığıdır” diye eleştirir demokrasiyi içine sindiremeyen kimi Atatürkçüleri. (Zaman, 10 Kasım 2011)

          “Mustafa” belgeselini hazırlayıp, sonra ekranlarda ‘İnsan Atatürk’ü’ tanıttığını söyleyen Sol ekolün meşhur gazetecisi Can Dündar’da şunları söylüyordu: “Mustafa Kemal Paşa gibi bir lider için, her yıl akademik araştırma ödülleri vermek yerine ne yapıyoruz? ‘Gökten’ bir dağın üstüne, çehresine benzer bir gölgenin düştüğü yerde anma etkinlikleri düzenliyoruz…

          ‘Manevi’ vasiyetinde ‘Ben size kalıplaşmış hiçbir kural bırakmıyorum’ diyen bir liderin ülkesinde kimi gençlerin ‘Tek kaynak Nutuk’tur. Başka bir şey okumak ihanettir’ noktasına gelmiş olması hazin değil mi?” (Milliyet, 10 Kasım 2008) diye eleştirir tek tip Atatürkçülüğü.
          İdeolojik ve dar kalıplara sıkıştırılmış Atatürkçülük anlayışlarını eleştiren sağ ve soldaki bu iki yazardan birinin şu anda Fetö terörü isnadıyla tutuklu, diğerinin benzer bir suç isnadından dolayı kaçak olması da, acaba ilginç bir rastlantı mıdır?

          Keşke sadece bu ifadeler olsaydı. Bir de şu sözlere bakar mısınız?

          “Kuran-ı Kerim’ de ki 74’ üncü sure olan El Müddessir Suresi’nin 30’uncu ayetinde; (Aleyhe Tisate Aşere) ‘Üzerinde 19 var’ buyrulmaktadır. Ve Kuran, çoğu araştırmacıların ifadesiyle 19 sistemi örgüsü üzerine oturmaktadır. Peki, Kutsal Kitabımızdaki bu 19 rakamı ile Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamındaki 19 rakamının benzerliği bir rastlantı mıdır?” (Yüksel Mert-Cengiz Açıkgöz, Dünya İnsanlık âleminin Yüz Akı 2 Mustafa, s.186).
          Sonra yazarlar, 19 rakamı ile Atatürk’ün hayatı arasında paralellik kurmaya çalışıyorlar. “Cehennemde görevli 19 melekten” bahseden bu ayetle, Atatürk’ün hayatındaki 19 rakamının ne alakası olabilir? Demek ki cehalet böyle bir şey!

          İş nereye kadar götürülmüş görüyor musunuz?

          Kutsallaştırılan Atatürk:

          Kitap vitrinlerinde gördüm, adamın biri ‘Atatürk’ün Kehanetleri’ diye bir kitap yazmış.(Bk. A. Bektan, Atatürk’ün Kehanetleri, 2000, Doğu kitapevi). Adam sanki Atatürk’ü gayptan haber veren bir kâhine benzetmiş… Atatürk, iyi bir asker olarak, iyi bir devlet adamı olarak öngörülü olabilir, ileriyi görebilir, isabetli kararlar almış olabilir. Bunlar gayet normal şeylerdir. Ama onu, kehanette bulunan bir kâhin durumuna düşürürseniz, işte bu olmaz. İşte bu ayıptır, işte bu günahtır.

          “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyen ve hayatı boyunca bilim ve akıl yolundan ayrılmayan biri kâhin olabilir, kehanette bulunabilir mi?

          Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, güya övdüğünü düşünen şairlerden biri de:
          “…………………………………………………………….
          Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,

          Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
          Tutsak seni lâyık, yüce Tanrıyla müsâvi,
          Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
          Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,            
          İ
nsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
 diyor, adeta Atatürk’ü ilahlaştırıyordu. Yanlış şeyler bunlar. (Edip Ayel’in bu şiiri ve bu konuda daha geniş bilgi için bk. Yavuz Bülent Bakiler, Atatürk’e Şikâyet Dilekçemdir, Türkiye, 13 Kasım 1993).
          Peki, buna karşılık, Gazi Mustafa Kemal Paşa ne diyordu: “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”; “Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, onları söyleyin!”
          Anladınız mı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tevazuunu ve kişiliğini?

          Ben ‘tanrı falan değilim, ben de ölümlü bir insanım’ diyor. ‘Eğer beni anlamak ve yaşatmak istiyorsanız eserlerime, Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkın yeter’, diyor. “Beni övmeyi bırakın, gelecek için neler yapacağız, onu söyleyin” diyor.
          Şimdi bu misaller, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak ve yaşatmak mı, yoksa tüketmek midir? Maalesef, değerlerimizi harcamayı, tüketmeyi çok seviyoruz!

          Türk milletine, aydınlık cumhuriyete, laik-sosyal hukuk devletine, bu ülkenin üniter yapısına, milli kimliğine sahip çıkmadan, Atatürk adına öyle bir Atatürkçülük dayatılıyor ki, mesela içki içmek, bikini giymek, Mozart dinlemek, Fransız modasını takip etmek, Batı kültürünü benimsemek, Amerikan doları, Avrupa Euro’suyla ticaret yapmak Atatürk’ü anlamak sanılıyor. İşte yanlış olan bu!

          Atatürk asla Batı’yı taklit etmemiş, o sadece ‘Muasır Medeniyet’ seviyesinin bir adım ötesini hedeflemiştir. Gazi Mustafa Kemal böyle biridir. “… O batılılara öykünen bir Türk ulusu düşünseydi, ne Tarih Kurumu’nu kurardı ne de Dil Kurumu’nu. Kafası besbelli bir bileşim sancısıyla rahatsızdı, bu bileşimin öğelerini Türk tarihi ve dilinde bulmaya çalışıyordu...” (Attila İlhan, Hangi Batı, s.12).
          Atatürk Milli bir kişilik olduğu için İstiklal Harbi’ne, Misak-ı Milli ilan ederek, Kuvay-ı Milliye kurdurarak, İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye gazeteleri çıkartarak başlamıştır. Attila İlhan’a göre Türkiye’yi Muasır Medeniyet seviyesine çıkarmak için bizzat Atatürk’ün verdiği anahtar yöntem şöyledir: “Türkiye batılı, fakat Türk bir toplum olacaktır, çünkü Türk ulusu özgürdür ve bağımsızdır; bu işi o da batılıların yaptığı gibi akıl ve bilim yoluyla yapacak, fakat onlara öykünmeyecektir. Çünkü Türk ulusu, kendine benzer.” (İlhan, AGE, s.91).

          “Kaçak inşaatını yıkmaya gelen dozerlerin önüne Atatürk resmiyle dikilen gecekondu ağası… Atatürk’ü koruma adına hükümeti devirip kürsüde Atatürk ilkelerini Kur’an ayetleriyle açıklamaya çalışan darbeci… Hala bir kütüphanesi, müzesi olmayan, tüm eserleri hala yayımlanamayan, bir türlü filmi yapılamayan, evleri, eserleri bakımsızlığa terk olunan lideri heykel dikerek yaşattığını sanan siyasetçi… Bilimsel eser vereceğine rozet dağıtan akademisyen… Çocuklara onun dogmalara karşı mücadelesini anlatacağına, ‘O nu sevmek ibadettir’ gibi sözleri ezberleterek onu dogma haline getiren öğretmen… İşçileri örgütleyemeyince Atatürk’e giderek itibar arayan sendikacı… Onu sahiplenmeyi internetteki ‘Yüzyılın Lideri’ anketinde oy vermekten ibaret sanan gençler…” (C. Dündar. Milliyet, 10 Kasım 2008). Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü yeterince anlayabilirler mi?
          Gazi Mustafa Kemal Atatürk iyi bir siyasetçi, iyi bir devlet adamı ve muzaffer bir komutandır. Kendisine sadece şükran ve minnet borçluyuz. Bu borcumuzu ödemenin en kestirme yollarından biri de, onun adı etrafında sonradan üretilmiş ve katı Atatürkçülük adı verilmiş ideoloji ile kendisinin uzaktan yakından bir alakası olmadığını göstermektir.    
          Mesela Şair Halim Yağcıoğlu “Atatürk’ten Son Mektup” şiirinde Mustafa Kemal Paşa’yı şöyle konuşturmuştu:

          “Siz beni hala anlayamadınız.

          Ve anlamayacaksınız çağlarca da…

          Hep tutturmuş ‘Yıl 1919, Mayıs’ın 19’u’ diyorsunuz.

          Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz.

          Mustafa Kemal’i anlamak bu değil,

          Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil.”

          Gazi Mustafa Kemal Atatürk Kimdir?

          Mustafa Kemal Atatürk, dindar bir ailede yetişmiş, dini eğitim almış biridir. Manastırlı gümrük memuru Ali Rıza Bey ile Langazalı Zübeyde Hanım’ın oğludur. Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya nispetle adını Mustafa koymuşlardır. Annesi, son derece inançlı ve ibadetlerine düşkün bir kadındır. Ali Rıza Bey’in ailesi Kızıl-Oğuz ya da Kocacık Yörüklerindendir. Sofuzâdeler’den olan Zübeyde Hanım’ın ailesi de Anadolu’dan göç ettirilen Konyarlar’a mensuptur. Dedelerinin arasında şeyh, seyyid, cami imamı, tarikat lideri olanlar vardır. (Bk. Turan, Mustafa Kemal Atatürk, DİA, c.31, s.310 vd.; M. Ali Öz, Atatürk’ün Ailesi; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soykütüğü).

          Atatürk, askeri liseye girmiş, Kara Harp okulunda okumuş, Osmanlı Harp Akademisi’nden başarılı bir şekilde mezun olmuştur bir askerdir. Verilen görevleri en güzel şekilde yerine getirmiş, Arıburnu ve Anafartalar da 57’nci Alaya verdiği emirlerle Çanakkale Kara savaşlarının seyrini değiştirmiştir bir komutandır. O İstiklal harbini başarıyla yürüten bir Başkomutan, yedi düvele meydan okuyan milli bir Kahraman ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri olan önemli bir devlet adamıdır. Mesela Fransa için Napolyon, Amerika için George Washington neyse Türk milleti için de Gazi Mustafa Kemal odur. Hatta Atatürk’ün milli yönü daha ağır bastığı için o, aynı zamanda milli bir liderdir. Bir insan olarak elbette onun da yanlışları, hataları olabilir ve bilimsel ölçülerle bunlar eleştirilebilir. Ancak bilgisizce ve haksız yere önemli bir lider olan Atatürk’ü eleştirmekte, ilahlaştırmakta yanlıştır.

          O dönemin canlı tanıklarından biri olan Eşref Edip, Mehmet Akif’ten şöyle bir hatıra nakleder: “Sakarya Muharebesi sırasında, düşmanın Ankara’yı tehdit etmeye başlaması üzerine, Ankara’dan göç etme tartışmaları başlar, Mehmet Akif, bu sırada şöyle der:
          -‘Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, Mustafa Kemal’e, onun askerliğine güvenilir. Ordumuz İnşallah galebe çalacak (üstün gelecek), buna imanım var.’” (Yaşar Çağbayır, İstiklal Marşının Tahlili, s.206).
          Mehmet Akif’in dediği gibi olur ve Türk ordusu galip gelir. Çünkü Mustafa Kemal Paşa harp stratejisini bilen iyi bir komutandır.
          Atatürk İstiklal harbini kimlerle gerçekleştirmiş, yanında kimler var? Mesela Mehmet Akif, Hasan Basri, Diyap Ağa, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Mustafa Suphi, Baytar Salih… Yani Alevi’si, Sünni’si, Sağcısı, Solcusu, Milliyetçisi, Liberali, Mevlevi’si, Bektaşi’si, tarikatı, cemaati, sarıklısı, mollası, kadını, erkeği, yaşlısı, genci, hepsi orada, çünkü vatan tehlikededir. Bütün bu farklı görüşleri bir noktada buluşturmak ve bu kişilerle İstiklal mücadelesi vermek her liderin başarabileceği bir iş değildir. Bunu ancak Mustafa Kemal Paşa başarmıştır.
          Tunus Bilimsel Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Abdülcelil Temimi, Türk-Arap Diyaloğu Üçüncü Kongresinde şunları söylüyordu:
          “Atatürk, Tanrı tarafından Türkiye’ye bahşedilmiş büyük bir armağandır, mutluluktur. Atatürk’ün fikirleri, bugün için de geçerli olabilecek, birçok unsur içeriyor. Onun fikirleri, bugünkü dünyada karşılaşılan sorunların çözümü için de aydınlatıcı bir kılavuzdur…” (Hürriyet, 23 Mayıs 2002’den Mustafa Sağ, İslam’ı Doğru Anlayabilmek, s.19).
           Mustafa Kemal Paşa ne yapmıştır?
         
Birinci Dünya Savaşı’na 22 milyon nüfus ve bir milyon iki yüz bin kilometre kare toprakla girmiştik. Toprağımızın hemen hemen bir milyon kilometre karesini ve 12 milyon nüfusu kaybetmiştik. Türklüğü savaşlarda ve sonra da açlıktan ve kıtlıktan tüketircesine harcamıştık. (Bk. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s.240).

          O karanlık işgal günlerini bizzat Atatürk Nutuk’ta şöyle anlatır: “İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta… 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Gençler İçin Fotoğraflarla Nutuk, s.1, Türkiye İş Bankası Yayınları).

          Millet ne yapacağını şaşırmış, yöneticiler İngiliz veya Amerikan mandasını düşünmeye başlamışlar. Mesela: “İngiltere Karadeniz ordusu komutanı General Milne (Miln), Londra’ya şu mesajı yollar: ‘VI. Mehmet, İngilizlerin Türkiye de idareyi mümkün olduğu kadar süratle ellerine almasını istiyor’… Sadrazam Damat Ferit Paşa, Amiral Calthorpe’a (Kaltrop’a) şöyle diyecektir: Padişahın ve benim yegâna ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir’…” (Özakman, Şu Çılgın Türkler, s.17).

           Mesela Falih Rıfkı Atay o günlerle ilgili şunları yazar Çankaya’da: “İsmet Bey (İnönü), Halide Edip (Adıvar) ve Refet Bey (Bele) de içinde olmak üzere birçok yurtsever kimseler Anadolu’da Kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmıyorlar, Amerikan mandası altına girmekten daha iyi bir çare görmüyorlardı…” (Atay, Çankaya, s.190-191).

Bu vaziyet karşısında Mustafa Kemal Paşa ne yapmıştır?

            Durumdan vazife çıkarmış, Padişah’la görüşmüş ve vatanı kurtarmak için 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştır. (Daha geniş bilgi için bk. Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdettin, Milliyet yayınları).

            Hatta İstanbul’dan ayrılırken İngilizler tarafından vapuru durdurulur ve silah araması yapılır, sonra Karadeniz’e çıkmasına izin verilir. Vapurdan İstanbul’a doğru bakan Mustafa Kemal Paşa şöyle mırıldanır: “Bunlar işte böyle; yalnız cephane ve silah gücüne dayanıyorlar. Bildikleri şey yalnız maddedir. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin gücünü anlayamaz. Biz Anadolu’ya silah ve cephane değil, ideal ve iman götürüyoruz.”
          Mustafa Kemal Paşa bu olayı daha sonra şöyle anlatacaktır: “Ben 1919 senesi Mayıs’ı içinde Samsun’a çıktığım gün, elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız Büyük Türk Milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu kuvvete ve Türk Milleti’ne güvenerek işe başladım.” (Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, IX.)
          Şimdi İngilizlere, Amerikalılara değil de Türk Milleti’ne inandığı ve Türk Milleti’ne güvendiği için, Vatanı kurtarıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu için Atatürk’e minnet ve şükran duymak gerekmez mi?

          Peki, ne yapıyorlar?

          Kimileri araştırmadan, incelemeden, bilgisiz, belgesiz ve bazen acımasızca eleştiriyor, eleştiriyor. Eleştirmekle kalmıyor hatta iftira atıyor. İşte yanlış olan budur.
          Dini ve Atatürk’ü İstismar Eden Yobazlar:
         “Biz, Atatürk’ün kendi ömrüne sığmayan ideallerini, ömrümüzü bile doldurmayan saplantılara indirmişiz. Kısaca söylemek gerekirse, Atatürk’ün ideallerinin önüne bir duvar örmüşüz. Ve duvara da Atatürkçülük ismini vermişiz.

            Bugün bir anket yapsak; Türkiye’de yeni bir Atatürk çıkabilir mi? Çıkamaz. Çünkü hiç birimizin kafasında Atatürk olmak gibi bir ideal yoktur. Büyük fikir adamlarımız, bir şey düşünürken Atatürk bu konuda ne demişti diye araştırma yapmakla meşguldür.

            Atatürk’ün Türkiye’yi modern medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak idealini biz Avrupa’yı taklit etmek şeklinde anlamışız. Türk düşünürü işlerini adeta otomatiğe bağlamıştır. Bir kitap mı yazmak istiyor; Atatürk diyor ki diye başlar, diyor ki diye bitirir. Bir kanun mu çıkarmak istiyoruz; Avrupa’nın kanunlarını tercüme eder TBMM’den geçiriniz. Üniversitelerimiz de, kim Avrupa’daki bir ilim adamının kitabını daha iyi ezberlemişse ona büyük âlim deriz. Kim daha iyi aşırma, yani intihal yapmışsa ona profesör unvanını veririz.
İnsanımızı, kendi ömürlerini bile doldurmayan idealler peşinde koşmaya mahkûm etmişiz. Türk toplumu, adeta ilerlemesi yasaklanmış bir gedikliler topluluğu haline getirilmiştir.” (Cevdet Akçalı, Bir Kitabın Anlattıkları, Yeni Şafak, 29 Kasım 2009).
          Atatürk’ü çok yakından tanıyan silah arkadaşlarından İsmet Paşa diyor ki:      
         “’Ülke de iki tip yobaz vardır: Birisi dini istismar eden yobazlar, diğeri Atatürk’ü istismar eden yobazlar. Atatürk’ü istismar eden bir kısım insan, bir eser yazmak istediği zaman, bu konuda acaba Atatürk ne demişti’ diye onu araştırırlar. Atatürk’ün o sözleri hangi konjoktör içinde, hangi şartlarda söylediğini dikkate almazlar, onun sözlerini bir nas kabul ederler.

            Bir kısım Atatürkçüler de vardır. Bunlar da, Atatürk bu konuda ne yapmıştı değil de, Atatürk olsaydı ne yapardı sualine cevap almaya çalışmaktadırlar!’
           İsmet İnönü böyle fikir yürütenlere şunu söylüyordu:

          ‘Ben Atatürk’ün en yakın arkadaşı olarak şunu söylerim ki Atatürk hayatta olsaydı ne yapardı sualine cevap verebilmek için, Atatürk olmak lazımdır.’

          Ve arkasından İsmet Paşa ilave ediyordu:

          ‘Atatürk bize aklınızı kullanın demiştir. Aklımızı kullanmak varken, ‘Atatürk ne demişti, sağ olsaydı ne yapardı’ gibi düşünmenin yeri yoktur!” (Cevdet Akçalı, Devam Eden Huzursuzluk, Yeni Şafak, 22 Mart 2009).
          Şu halde; savaş nedir, düşman kimdir, cephede düşmanla nasıl savaşılır; özgürlük ve İstiklal için at sırtında günlerce düşman nasıl kovalanır; defalarca İstiklal ve hürriyet için ölüm tehlikesi nasıl atlatılır; düşman kurşunları yanından geçmemiş, kurşun vızıltıları kulağını sıyırmamış; aç-susuz cepheden cepheye koşmamış; ıslak siperlerde soğuk- sıcak demeden sabahlamamış; “Ya İstiklal ya Ölüm” parolasıyla karış karış Anadolu’yu gezmemiş; bu toprakların karına-kışına, yağmuruna- rüzgârına katlanamamış; zorluklara, canı pahasına meydan okuyamamış; asıl düşmanın cehalet ve fukaralık olduğunu anlayamamış olanlar tam manasıyla Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayamazlar.
          Kısaca Atatürkçü olmak Atatürk’ü anlamak, aklı kullanmak ve kafayı çalıştırmakla olur. Şu halde kafası çalışmayan bir adam Atatürkçü olup, Atatürk’ü anlayabilir mi? Gazi Mustafa Kemal Paşa, ilim demiş, akıl demiş, muasır medeniyet demiş, çalışmak, üretmek demiş ve hayallerin peşine değil sadece gerçeklerin peşine düşmüştür.
            Atatürk Dine Karşı mıydı?
         
İran, Pers İmparatorluğunun, Yunan, Helen medeniyetinin şu kadar bin yıllık geçmişiyle gururlanıp, tarihi şahsiyetlerine sahip çıkarken, maalesef biz geçmişimizin ve değerlerimizin önemini idrak edemiyor ve tarihi şahsiyetlerimize pek sahip çıkamıyoruz. Geçmişimizi ve değerlerimizi acımasızca eleştiriyor ve harcıyoruz. Birisi İstiklal Harbi deyince öteki Çanakkale Zaferi, Biri Türkiye Cumhuriyeti deyince diğeri Osmanlı Devleti, biri Mustafa Kemal Paşa deyince diğeri Abdülhamid Han diyor. Bizim böyle sakat bir damarımız var. Türk Milleti, uzaydan gelmedi, bir geçmişi, bir tarihi var. Dolayısıyla bu milletin tarihi, değerleri ve kahramanları bir bütündür. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı Devleti de, Çanakkale zaferi de İstiklal Harbi de, Gazi Mustafa Kemal de Sultan Abdülhamid de bizimdir, hatasıyla sevabıyla bizim değerlerimizdir.
          Buradan hareketle Atatürk adı geçtiğinde belki de en çok merak edilen konulardan biri, Gazi Mustafa Kemal’in dine karşı olup olmadığı meselesidir. Atatürk dönemini bizzat yaşamış bir din görevlisi olan Ercüment Demirer: “… Bazı kimseler Atatürk’ün dinsiz olduğunu, Kur’an’ı Türkçe okuttuğunu, Atatürk devrinde namaz kılan memurların işlerinden atıldıklarını, din adamlarına baskı yapıldığını, tekkelerin kapatıldığını, Allah diyen Müslümanların zindanlarda çürütüldüklerini söylüyorlar…” şeklinde şikâyetler geldiğini belirtiyordu. (Bk. Ercüment Demirer, Din Toplum ve Atatürk, s.7).
          Hatta bizzat Kazım Karabekir Paşa bile: “Gazi Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak, güya Kur’an’ı da, İslamlığı da kaldıracaktır!” diye yazabiliyordu. (K. Karabekir, Paşaların Kavgası, s.158).
          Mantığı görüyor musunuz? Tam bir felakettir bu cümleler.
          “Toplumların sosyo-kültürel dönüşümlerini anlayabilmek için, din algısının bu değişimdeki rol ve çerçevelerinin iyi tahlil edilmesi gerekir. Cumhuriyet dönemi devrimleri bu açıdan tahlil edildiğinde, inkılapların fikrî temellerinin Osmanlı döneminden tevarüs edildiği açıkça görülecektir. Osmanlı aydın ve düşünürlerinin Tanzimat’tan itibaren üzerinde yoğunlaşıp tartıştıkları, ayrıştıkları ve temsil ettikleri ideolojik akımlar Ankara merkezli dönemin yeni siyasi iklimine de aynen taşınmışlardır…” (Hamdi Mert, Türkiye’nin Dönüşüm Sürecinde İmam-Hatip Liseleri, s.32-33).
          “Yukarıdan, aniden ve halkın onayı alınmadan aile-miras, evlenme-boşanma ve kılık- kıyafeti içine alan Medeni Kanuna ve de Alfabe, yazı, ölçü-tartı gibi hususlarda yapılan köklü değişikliklere bugünkü şartlarda itiraz edilemeyeceği aşikârdır. Burada söz konusu edilebilecek şey, Türk inkılaplarının özü itibariyle değil gerçekleştirilme tarzı itibariyle bir eleştiriye tabi tutulabileceğidir…” (Mert, AGE, s.33-34).
          “… Atatürk’ün din konusundaki düşünceleri incelendiğinde onun İslam dininin aydınlık özüne kuvvetle sahip çıktığı görülür. 29 Ekim 1923’te kendisiyle görüşen Fransız gazeteci Maurice Pernot’a verdiği demeçte, ‘Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum, dinime bizzat nasıl hakikate inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor’ diyerek (a.g.e., III, 70; Karal, s.66) bâtıl inançlardan arınmış bir dindarlığı, doğru bilgilere dayalı bir inanç yapısını milletin ilerlemesi ve bekası için ne kadar önemli gördüğünü…ortaya koymaktadır.” (Talip Küçükcan, Atatürk ve Din, DiA, c.31, s.338).

          Şu halde Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan İnkılapların İslam’ı ve İslam’ın özünü yok etmeyi hedef almadığı rahatlıkla söylenebilir. Aslında bu dönüşümün temelleri Tanzimat’tan itibaren hazırlanmaya başlamıştı. Atatürk ve ekibi sadece bunları uygulamaya sokmuşlardır. Bu değişim gerçekleştirilirken elbette bazı hatalar, aşırılıklar ve zorlamalar da olmuştur. Dolayısıyla bunlara dayanarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, din düşmanı ilan etmek, dine cephe aldığını söylemek mümkün değildir.

          “… Türkiye’deki din hizmetlerinin geniş kitlelere ulaştırılması için bizzat kurulmasına öncülük ettiği kurumların başında Diyanet İşleri Başkanlığı gelmektedir. Bu bakımdan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Genel Kurmay Başkanlığı ile aynı zamanda kurulması, Atatürk’ün din hizmetlerine ve sahih kaynaklı dini bilgilerin geniş halk kitlelerine ulaştırılmasına verdiği önemi göstermektedir.” (Küçükcan, AGE, c.31, s.339).
              Sonuç olarak yapılacak iş, öncelikle Gazi Mustafa Kemal’i doğru tanımaktır. Bu nedenle okuyacağız, araştıracağız, öğreneceğiz sonra bilgi sahibi olup konuşacağız. Çünkü biz biraz bilgisiz konuşuyoruz. Öğrendiğimiz zaman Atatürk’ün büyük bir devlet ve siyaset adamı olduğu anlaşılacaktır zaten. Çünkü o çökmüş bir imparatorluktan milli ve çağdaş bir devlet çıkarmıştır. Dolayısıyla be ülkenin vatandaşları Atatürk’e minnet ve şükran duymaktadırlar.
               Sonra gereksiz yere tartışmak, kavga etmek yerine Atatürk’ün bize emanet ettiği Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkarak, Cumhuriyeti yüceltmek, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak gerekmiyor mu? Ancak Atatürk böyle gerçek anlamda anlaşılmış olur.
               Ölüm yıldönümünde tekrar Atatürk’ü minnetle anıyor, ruhunun şad olmasını ve O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sonsuza kadar yaşamasını diliyorum.
               “Ne Mutlu Türküm Diyene.”

YORUMLAR

  • 0 Yorum